için, gayesiyle, maksadıyla.
to run for exercice. for sale: satılık.
He does it for pleasure: Onu kendi zevki için yapıyor.
He works for exams: Sınavlara hazırlanıyor.
-e ait/mahsus/özgü.
a letter for you: size bir mektup.
clothes for children: çocuk elbisesi
(çicuklara mahsus elbise).
Is this for me? Bu benim mi?
This parcel isn't for you, it's for your brother: Bu paket senin değil, kardeşinin.
(arzu, dilek vb. ifade eder) keşke, ah!
Oh, for a horse! Ah, (keşke) bir atım olsaydı.
Oh, for a cup of tea! Şimdi bir fincan çay olsa (ne iyi olurdu)!
-e duyarlı/hassas, -den anlayan.
She has an ear for music: Müziğe hassas bir kulağı var.
an eye for beauty: güzellikten anlayan bir göz.
-e/-a, -e karşı, … hususunda.
bad for health: sağlığa zararlı.
a weakness for the sweet things:
tatlılara karşı zaaf.
to get ready for a journey: seyahate hazırlanmak.
… karşı(lığında)/mukabil(inde), -e mukabil, -e/-a.
These oranges are 5 for a dolar: Bu portakalların
beşi bir dolara.
I sold it for ten dollar: On dolara sattım.
For one enemy he has a hundred friends: Bir düşmana karşılık yüz dostu var.
-e uygun, elverişli, değer, lâyık, münasip, ehil.
A subject for speculation: Düşünülmeye değer
bir konu.
He's the man for the job: Bu iş için uygun bir kişidir.
She's the wife for me: Bana lâyık bir eştir.
Clothes for winter: Kışlık (kışa elverişli) elbise.
-ce/-ca, -e kalırsa, -bakımından.
as for me: bence, bana kalırsa.
pressed for time: zaman bakımından sıkışık.
süresince, müddetle, zarfında, -ce/-ca, uzantısınca.
for many hours: saatlerce.
for kilometers:
kilometrelerce.
for days/years: günlerce/yıllarca.
I'm going away for a few days: Birkaç günlüğüne uzaklaşacağım.
I had known him for years: Onu yıllardır tanırım.
for good: ilelebet.
for a long time: uzun süre.
for the moment = for the time being: şimdilik.
lehin(d)e, yanlısı, taraftar.
I'm all for it: Ona tamamıyla taraftarım.
He's for the government:
hükümet taraftarıdır.
to vote for the bill: tasarı lehinde oy vermek.
for or against: lehinde veya aleyhinde.
yerine.
He used a stone for hammer: Çekiç yerine taş kullandı.
yararına, adına, namına.
to act for a client: bir müşteri adına hareket etmek.
I'll see her for you if you like: İstersen senin namına onunla görüşürüm.
-e, … şerefine.
to give a dinner for a person: bir kimse şerefine ziyafet vermek.
-e doğru, doğrultusunda, -e müteveccihen.
to start for London: Londraya doğru yola koyulmak.
He left for Italy: İtalyaya gitti.
He swam for the shore: Kıyıya doğru yüzdü.
uğruna.
for the advantage of everybody: herkesin çıkarı uğruna.
(kurtarmak) için.
to flee for one's life: Canını kurtarmak için kaçmak.
(olmak/yapmak vb.) için.
The navy trains men for sailors: Deniz kuvvetleri, gençleri bahriyeli yapmak için eğitir.
-e ait.
That's for you to decide: Karar sizindir (size aittir).
-mayacak kadar.
too many for separate mention: ayrı ayrı zikredilemeyecek kadar çok.
-e göre/bakılırsa.
He is tall for his age: Yaşına göre uzun boyludur.
olarak.
for the first/last time: ilk/son olarak.
I went there for the first time last May.
(sebebi) ile, -den (dolayı).
for this reason: bu nedenle, bu sebepten.
A city famous for its beauty: Güzelliği ile tanınmış bir şehir.
to jump for joy: sevinçten zıplamak.
karşın, rağmen.
for all that: bütün bunlara rağmen.
He is a honest guy for all that: Bütün
bunlara rağmen dürüst bir kişidir.
(uzaklık, mesafe, süre vb. bildirir, bu anlamda tercüme edilmez).
to walk for a kilometer: bir
kilometre yürümek.
to work for ten hours: on saat çalışmak.
çünkü, zira.
She doesn't go out in winter, for she fears to catch cold.
(eylemsel önermeyi ilgi önermesine bağlamak için kullanılır):
It's time for me to go: Artık gitmeliyim
(benim için gitme zamanıdır).
It's not for you to blame him: Onu ayıplamak sana düşmez.
It's not for me to say: Söylemek bana düşmez.
The best would be for you to go away: En iyisi senin uzaklaşmandır.
Their one hope is for him to return: Tek ümitleri onun geri gelmesidir.
sebebi … olmak, izah etmek.
That accounts for it: Şimdi anlaşıldı/Demek sebebi bu idi.
There is still much to be accounted for: Daha izah edilmesi gereken çok şey var.
I can't account for it: Bunu izah edemiyorum.
özlemek, hasretini çekmek.
I am aching for her: Onu özledim.
birini vekâleten temsil etmek
Verb
... namına hareket etmek
Verb
namına hareket etmek
Verb
hesabetmek, hesaba katmak.
allowing for the circumstances: koşulları hesaba katarak …
(bir şeyi) dolaylı yoldan istemek
Verb
adaylığını koymak.
He will announce for the President: Başkanlığa adaylığını koydu.
(a) sorumlu/mes'ul tutulmak.
He has a lot to answer for: Birçok şeylerden sorumlu tutulacak. (b)
sorumlu olmak, kefil olmak, tekeffül etmek, bir kimse/şey adına söz söylemek.
I will answer for his safety: Onun güvenliğinden ben sorumlu olacağım.
I will answer for his character: Ahlâkına ben kefilim. (c) uygun/muvafık/elverişli olmak.
to answer for a purpose: maksada uygun olmak, ihtiyaca cevap vermek.
This tool will answer (for) our needs very well. (d) (ihtiyaca cevap vermek, … vazifesini görmek.
On the picnic, a newspaper answered for a tablecloth: Piknikte bir gazete masa örtüsü vazifesini gördü.
istekli, hevesli, arzulu.
to be anxious for something: bir şeyi şiddetle arzu etmek/istemek.
to be anxious to do something: bir şey yapmaya hevesli olmak/canatmak.
I am not very anxious to go out: Sokağa çıkmayı pek canım istemiyor.
I am very anxious that he should come: Onun gelmesini çok arzu ediyorum (canü gönülden istiyorum).
-e gelince/kalırsa, -ce/-ca.
We're leaving now; as for Linda, she will return later: Biz şimdi
gidiyoruz; Lindaya gelince, o sonra dönecek.
as for me: bence, bana kalırsa.
istemek, dilemek, talep etmek, sormak.
to ask for food: yemek (gıda) istemek.
Don't ask me for money: Benden para isteme.
ask for someone: birisini görmek istemek.
ask for something: bir şey istemek.
Yahudi pazarlığı yapmak
Verb
çünkü, … sebebiyle, -e binaen.
(ânide) fırlamak.
The pass receiver broke for the goal line.
(terfi vb. çıkar sağlamak için) uğraşmak, çabalamak, didinmek, gayret sarfetmek.
to buck for a raise.
(belirli bir maksat için) planlı olarak para biriktirmek, tasarruf etmek, ödenek ayırmak, bütçeye koymak.
He budgeted for buying a house.
… da olmasa, … olmaksızın, … bertaraf/bir tarafa.
But for your help we should not have finished in time: Siz yardım etmeseydiniz vaktinde bitiremezdik.
But for you I was done for: Sen olmasan ben mahvolurdum.
But for the rain we should have had a pleasant journey: Yağmur da yağmasaydı zevkli bir seyahat yapmış olacaktık.
but for that: bu olmasa.
(a) gidip/uğrayıp almak, alıp getirmek.
I'll call for you at 9 o'clock: Saat 9 da gelir seni alırım.
to be (left till) calld for: gelinip alınacak. (b) istemek, talep etmek, (birini) çağır(t)mak, birisine seslenmek.
call for help: yardım istemek.
call for the bill: fatura istemek.
call for the waiter: garsona seslenmek. (c) gerek(tir)mek, yerinde olmak, yakışık almak, icabet(tir)mek, zorunlu kılmak.
Your remark was not called for = It was an uncalled for remark: Sözün yersizdi/yakışık almadı.
to call for an explanation: açıklamayı gerektirmek.
genelde düşük nitelikteki zevk veya ihtiyaçları karşılamak
Verb
(tren) aktarma yapmak
Verb
tehditle üzerine yürümek.
danışmanlık/müşavirlik yapmak.
Jo consults for a large buliding firm.
yarışmak, müsabakaya/rekabete girişmek.
to contend for the first prize.
istemek, arzu etmek.
cry for the moon
k.d. imkânsız bir şey istemek, olmayacak hayal peşinde koşmak.
lehinde/taraftar olduğunu bildirmek/ilân etmek.
declare against: karşı çıkmak, aleyhinde olduğunu
bildirmek/söylemek.
They declared themselves (to be) for/against the plan.
zar atmak, kumar oynamak.
They were dicing for drinks. He spends his time drinking and dicing:
Vaktini içki ve kumarla geçiriyor.
(çekişe çekişe/cimrice) pazarlık etmek.
çok arzu etmek, özlemini çekmek,
mec. ölmek.
I'm dying for a cup of coffee.
ara(ştır)mak, bir şey bulmak için kazı/hafriyat yapmak.
dig for gold.
bakmak, yemek pişirmek, ev işleri yapmak.
(a) yorgun, bitkin, bitap, (b) işi bitmiş, mahvolmuş, (c) ölmüş veya ölmek üzere.
listeye adı yazılı (yarışma, okul kaydı vb.).
kefil olmak, sorumluluğu yüklenmek.
I will engage for Bill's good behavior should you decide to employ him.
katılmak, iştirak etmek, yazılmak, yazdırmak, kaydettirmek.
enter for a race: bir yarışa katılmak.
enter a horse for a race: bir atı yarışa kaydettirmek.
Jo entered (himself) for the examination: Jo sınava katıldı.
(a) … sayılmazsa/istisna edilirse, … müstesna/hariç.
The road was empty except for a few cars. except for one old lady, the bus was empty. (b) … olmasa/olmasaydı.
except for you, I should be dead by now: Sen olmasaydın şimdiye kadar ölmüştüm.
She would leave her husband except for the children: Çocukları olmasa kocasından ayrılırdı.
(a) aldanmak, yutmak, aldatılmak, tongaya/faka basmak.
Don't fall for his trick: Onun hilelerine
aldanma. (b) âşık olmak, abayı yakmak, (sevdaya) tutulmak, vurulmak, bayılmak, bitmek, meftun/hayran olmak.
She fell for him.
elleriyle bir şeyi aramak
Verb
lehinde karar vermek
Verb
iyi günlerde , kötü günlerde
kesin(likle), kuşkusuz, şüphesiz, kesin olarak, kat'iyetle, muhakkak, mutlaka.
to know something for certain: bir şeyi kesin olarak bilmek.
He will come for certain: Mutlaka gelir.
ebediyen, durmadan, fasılasız, biteviye, daima.
He is for ever changing his mind: Durmadan fikir
değiştiriyor.
for ever and ever: ilelebet, ebediyete kadar.
Turkey for ever: Yaşasın Türkiye!
iyi günlerde , kötü günlerde
... üzerinde gereğinden fazla durmak
Verb
… boyunca devam etmek
Verb
... talep etmek
Verb, Law
bir şey peşinde olmak
Verb
sonunda kabul etmeye karar vermek
Verb
bir şey için gayret etmek
Verb
elde etmeye çalışmak
Verb
yazılı sipariş vermek
Verb