kulaçlık
Maritime Traffic
veya
on ilgecinin kısaltılmış şekli:
man-o'-war gibi.
-in/-ın/-ün/-un, -nin/-nın/-nün/-nun.
the color of her dress: elbisesinin rengi.
the leaves of the tree: ağacın yaprakları.
Adposition
-den/-dan (yapılmış/seçilmiş/ibaret vb.).
one of us: içimizden biri.
a dress of silk: ipek(ten
yapılmış) elbise.
one of his last poems: son şiirlerinden biri.
Adposition
… dolu/yüklü/taşıyan (Bu anlamda kullanılınca çok defa Türkçeye çevrilmez):
a bag of potatoes bir çuval patates.
a ship of steel: çelik yüklü gemi.
Adposition
(miktar/çokluk bildiren sözcüklerden sonra) -lik/-lık/-lük/-luk (Bu anlamda bazen Türkçeye çevrilmez):
2 kg of sugar: 2 kg şeker.
a glass of water: bir bardak su.
4 km of bad road: 4 km(lik) bozuk yol.
How many hours a day of actual lessons? Günde kaç saat(lik) ders?
Adposition
tarihlerde ayın önüne gelir:
the 19th of May: 19 Mayıs (Mayısın 19 u).
Adposition
-li/-lı vb. (ihtiva eden anlamında).
an apartment of 4 rooms: 4 odalı daire.
Adposition
kimlik, sınıf, kategori, mülkiyet, menşe, asıl vb. bildirir:
The City of Paris: Paris şehri.
The King of Sweden: İsveç Kralı.
the property of the church: kilise malı.
a girl of good family: iyi bir aile(nin) kızı.
Adposition
(saat/zaman bildirirken) -den önce, -ye kadar, … kala.
20 (minutes) of five (= 20 to five): (Saat) beşe 20 kala.
Adposition
… tarafından/için.
It was very mean of you to insult her: Ona hakaret etmek senin için çok ayıp.
Adposition
bakımından, … a.
to be fleet of foot: ayağına çabuk/çevik olmak.
Adposition
… ile (sebep bildirir).
(Do something) of one's own free will: Kendi isteği ile (bir şey yapmak).
of oneself/itself: kendiliğinden.
It didn't happen of itself: Kendiliğinden olmadı.
Adposition
(a) -lik, -li.
An area of mountains: Dağlık bölge.
A man of ability/of talent: Yetenekli/hünerli
kişi.
Ann of London: Londralı Ann.
of note: önemli, itibarlı. (b) … (adlı).
the City of Ankara: Ankara şehri.
Adposition
(nadiren) esnasında, -ları … leyin, … de/da.
They always like to go there of an evening: Oraya
daima akşamları gitmekten hoşlanırlar.
of recent years: son yıllarda.
of late: son zamanlarda.
Adposition
(sebep vb. bildirir): -den/dan.
to die of hunger: açlıktan ölmek.
cure someone of a disease:
birini hastalıktan kurtarmak.
Adposition
sıfattan sonra şu özel anlamda kullanılır:
How kind of John to buy the tickets: John'un biletleri
alması çok nazik bir harekettir.
It's very annoying of Government to have raised the tax on fuel: hükümetin yakıt vergisini artırması esef edilecek bir olaydır.
Adposition
-ce/ca, … tarafından.
loved of all men: herkesçe sevilen.
beloved of his family: ailesi tarafından sevilen.
Adposition
hakkında, hususunda, -e dair (bu anlamda çok defa çevrilmez):
stories of his travels: (onun) seyahat
hikâyeleri.
to think highly of his proposals: tekliflerini ciddiyetle düşünmek.
speak of it later: o hususta sonra konuşmak.
Adposition
-e mahsus/ayrılmış/tahsis edilmiş (çok defa çevrilmez).
a day of rest: istirahat günü.
Adposition
“
have” yerine kullanılır:
He should of gone = He should have gone.
haberdar etmek, uyarmak, ikaz etmek.
The merchants were advised of the risk: Tüccarlar rizikodan haberdar edilmişlerdi.
(a) karşısında, önünde, (b) ileride, üstün.
materially ahead of other countries: maddeten öbür
ülkelerden üstün/ileride.
ahead of one's time: zamanına göre ileri, ilerlemiş. (c) -den önce.
We got there ahead of other guests: Oraya öbür misafirlerden önce vardık.
en aşağı.
It cost him all of $50: Ona en aşağı 50 dolara mal oldu.
elverişli/müsait olmak, elvermek.
A premise that allows of only one conclusion: Bu önermeden tek
bir sonuç çıkar.
The matter allows of no delays: İşin gecikmeye tahammülü yoktur.
yüzünden, sebebiyle, nedeniyle.
It's all along of you: Hep senin yüzünden!
We weren't invited, all along of your rudeness: Senin kabalığın yüzünden davet edilmedik.
All along of this change: Bu değişiklik nedeniyle.
beraberinde, yanında, refakatinde.
You come along of me to the store: Benimle beraber mağazaya gel.
exchange kambiyo senedi tutarı
...'in cemaziyelevveli
Noun
birazcık, bir nebze, bir miktar.
Do you ever see anything of him: Onu hiç gördüğünüz var mı?
If he is anything of a gentleman he will apologize: Efendi adamsa özür diler.
Are you anything of a musician: Müzikten anlar mısınız?
akıllı, ferasetli, zeki, müdrik.
desteklemek, lehinde konuşmak.
The boss didn't approve of the plan: Patron, planı desteklemedi.
… hususunda, … ile ilgili olarak.
apropos of the preceding statement: evvelki beyan ile ilgili olarak.
-den/-dan itibaren.
As of April 30th, we will be on daylight saving time: 30 Nisandan itibaren
yaz saatine geçeceğiz.
as of today/tomorrow/mext month: bugünden/yarından/gelecek aydan itibaren.
as of right: kanunen.
All that money is yours as of right: Kanunen bu para sizindir/senindir.
yoksun, mahrum.
barren of tender feelings: merhametten yoksun.
(vaki) olmak, (başına bir şey) gelmek.
What has become of him? Ona ne oldu?
What became of your old car? Eski arabanı ne yaptın?
I don't know what will become of her: Onun başına ne geleceğini bilemem.
satıcıdan alınan mal veya hizmetler için fatura tutarında borçlanıldığı anlamına gelir
(bir kimseyi) alışkanlığından/iptilâsından vazgeçirmek.
Doctors keep trying to break him of his dependence on the drug.
(a) yapabilir, muktedir, kadir, kabiliyetli.
a man capable of judging art. (b) anık, müstait,
meyyal, mümkün.
a situation capable of improvement: düzeltilmesi mümkün bir durum.
That's capable of being misunderstood: Bu yanlış anlaşılabilir.
He's capable of murder: O, cinayet işlemeye müstaittir.
eliyle vasıtasıyla, dikkatine.
saygılı, hürmetkâr.
careful of the rights of others.
(a) (soy/aile)den gelmek.
She comes of a good family. (b) sonuç vermek, sonuç/netice çıkmak.
I don't know if any good will come of your actions: Bilmem ki bu yaptıklarından iyi bir sonuç çıkar mı? (c)
come of age: reşit olmak, ergenlik çağına/sinni rüşte ermek.
tasavvur etmek, tasarlamak, anlamak, kavramak.
yoksun bırakmak, mahrum etmek, elinden almak, kaybettirmek.
to be deprived of one's rights: haklarından
yoksun bırakılmak.
to deprive a man of life.
She has been deprived of sight for some years: Senelerdir gözü görmüyor (gözlerinden mahrum kaldı).
-den yoksun/mahrum, -sız.
a region destitute of trees: ağaçsız bir bölge.
destitute of children:
çocuksuz.
The cruel man was destitute of human feeling: Gaddar adam insanî duygulardan yoksundu.
aşırı bir durumda olmak
Verb
tenkit etmek, kabul etmemek, başka fikirde/kanaatte olmak, karşı/muhalif/aleyhinde olmak.
He disapproves of mothers going out to work, in fact he disapproves very strongly.
beğenmemek, hoşlanmamak, doğru/uygun/münasip bulmamak.
The boy disapproved of going to school in summer.
(a) halletmek, sonuçlandırmak, intaç etmek, tamamlamak, (b) bertaraf etmek, başından savmak, elden çıkarmak,
satmak, hibe etmek, vermek, (c) yoketmek, imha etmek, defetmek.
dispose of those old newspapers.
... üzerinde tasarrufta bulunmak
Verb, Law
(elbisesini) soymak, çıkarmak, çıkarıp atmak.
The police divested the impostor of his stolen uniform and fake decorations.
mahrum etmek, (mal, hak vb.) elinden almak.
Citizens were divested of their right to vote.
yoksun, mahrum.
a life empty of happiness. empty of pity/compassion.
(a) çılgınca âşık olmak, meftun olmak, sevdaya tutulmak, sevgi ile yanıp tutuşmak.
to be enamor = enamoured with a lady. (b) gözü başkasını görmemek, dalmak, kendini vermek/kaptırmak.
He's so (much) enamor = enamoured of his own plan that he won't listen to me.
belirti, işaret, emare, alâmet.
There ares evidences that somebody has been liiving here. His flushed look was visible evidence of his fever.
… hariç/müstesna, … dışında, … hesaba katılmaksızın/çıktıktan sonra, -den gayri.
a profit of ten percent, exclusive of taxes: vergiler çıktıktan sonra yüzde on kâr.
the hotel charges $60 a day, exclusive of meals: yemek hariç günde 60 dolar otel ücreti.
from 1 to 10 exclusive: 1'den 10'a kadar (1 ve 10 hariç).
(bir fikri vb.) destekleyen, savunan, müdafaa eden.
an exponent of the opinions of Freud.
ifade eden, alâmet, işaret.
a look expressive of gratitude. A baby's cry may be expressive of hunger or pain.
...'in neslinin tükenmesi
Noun
...'in soyunun tükenmesi
Noun
-sız/-siz, -den muaf/masun/âri
. free from worry: endişesiz.
free of taxes: vergisiz, vergiden
muaf.
free from criticism: eleştirmeden masun.
free from care: bakım istemeyen.
free from pain: ağrısız.
free from noise: gürültüsüz.
free of error: yanlışsız, hatasız.
korkan, korkar.
to be frightened of: -den korkmak. ödü kopmak.
Some people are frightened of thunder, others of snakes.
dizi, sıra, çevreleyen şeyler.
a fringe of trees stood round the pool.
garkolmuş, dalmış, meşgul.
She was full of her own anxieties. full of plans for the future.
...'in normale dönmesi
Noun
...'den habersiz
Adjective
(yasal hakların elde edildiği) reşitlik çağı, sinni rüşt.
to be/come of age: reşit olmak, sinni rüşte erişmek.
esas sözleşme maddeleri
Noun
kaçınılması mümkün olmayan
...'in kullanım yerleri
Noun
...'in kullanım alanları
Noun
...'in kullanıldığı alanlar
Noun
...'in kullanım amaçları
Noun
...'in kullanıldığı yerler
Noun